Pazartesi, Temmuz 26, 2010

günce

rüzgar esiyor sigarayı tutan sol elim titriyor, aslında başımda da feci bir ağrı var. hiç yaşamadım ancak şu şekilde tabir edilebileceğini hissediyorum: çifte yemiş gibi ağrıyor.

sola çeviriyorum ağrıyan kafayı, bir "uykusuz" dergisi şubat 2008'den sayı 21 olsa gerek, işte sanırım bir süredir orada öyle yayılmış.

sağımda telefonum var, arada bir mesaj geliyor bip mip, birisi yalan söylemeye bayılıyor gibi.

açıkcası ben sağı sevmem, soldan devam edeyim. stephen king'in kule'sinin üzerinde kafka var, milena'ya mektupları. bir göz atayım dedim, şöyle demiş kafka, "..yalanı bana kolaylaştıracak üçüncü bir neden daha var: yanımda sen olursan! ne var ki, yeryüzünün en uçsuz yalanı olurdu bu.."

milena'nın cevaplarının olmaması ruhsal bir bunalıma sürüklüyor beni, ilk kez burada açıklıyorum.

daha fazla okuyamıyorum bu aralar ben, üst limit 10 sayfa. kalkıyorum yerimden ve telefon çalıyor, aynı anda başımın ağrısı da ayağa kalkıyor sanki -bu arada sol tarafı ağrıyor, ben solu severim- bir an yalpalıyorum ama, yıkılmam bilirsiniz.

telefona da bakmıyorum pek bir uzakta, sesi öyle geliyor yani cebimde de olabilir. -masanın üzerinde elbette- susması için lanetler yağdırıyorum, kimseyi duyacak yalanlarını dinleyecek halim yok, perdeleri örtüyorum pencereleri ve televizyonu kapatıyorum insan görmekten şiddetle kaçınıyorum, -hayır aynaya bakmak sayılmaz, hem sen insan mısın ki deyin- yalancı gülümsemeleriniz kıçınıza yani.

sadece ağrı kesicilerin dahi tesir etmediği baş ağrımı seviyorum, kaçıp gitmiyor o hem. zaten bu aralar git dediklerim gitmiyorlar, otoritem zayıfladı gibi sanki.

ha bir de sorum var gitmek demişken, gitmez olaydım dediğim akdeniz civarlarında ve sahil boyunca bütün roma kalelerini zaptedip içine sıçan, üstüne duvarından duvarına ip gerip çamaşır asan yüce millet hangisidir, hadi bakalım.

Cumartesi, Temmuz 24, 2010

zayıf

tüm düşünceleri bırakıp
bir kenara,
gözlerinle bakışmak istiyorum.

bütün hayallerin en güzelini kurmak
gecelerce,
en sevdiğin şarkıyı koyup, en sevdiğin
yemeği yapmak masayı da
iki kişilik hazırlamak.

"suskunsun bu akşam, bi' şey mi oldu?"
ve aslında her akşam.

iştahın da yokmuş pek, bitirsen iyiydi. neyse. kahve ister misin?
istemez misin?

duvarlarda seni aradım o akşamlarda, gözlerini, dudaklarını. buldum da. ama aramak bulmaktan zor, bir şekilde bir şeyleri kabul etmekle başlamak.

hey! boşver şimdi bunları.
sen dondurma seversin, hemen çıkıyorum.

Pazartesi, Temmuz 19, 2010

uyanmak

anımsıyorum saçlarını uyuklarken, yarı açık gözlerimde,
güneşten farksız; sarı, yüzüme dökerdin.

aynı anda tırnaklarını tenime değdirişini ve
yavaşça batırışını da anımsıyorum, hatta gitgide
bu aldanmacaya ortak oluyorum, ellerini arıyorum.

aslında hala bıraktığın izleri gururla taşıyorum.

gözlerim kapanıyor, uykuya dalıyorum ve
daha çok yaklaşıyorum sana. öyle ki kalp atışlarını
göğüs kafesimde hissediyorum.

sesini duyuyorum, gözlerini görüyorum, artık eminim,
ancak bir rüya olabilecek kadar güzel.

ama affet, fazla uzun kalamayacağım. kalmak, sensiz bir güne uyanmanın nasıl bir duygu olduğunu bir kez daha anımsamamak isterdim.

çok uzun sürmüyor, önce saçlarının yerini artık neyin habercisi olduğu umrumda olmayan ve usul usul göz kapaklarımın ardından seyrettiğim güneş ışıkları alıyor.

göğsümden kopup gidiyorsun,
artık ellerini aramaya, bulmaya,
tutmaya gücüm kalmıyor, tek yapabildiğim
uyanmak.

Cumartesi, Temmuz 17, 2010

duble

gözlerin,
ömrüm boyunca
unutmayacağım
tek şey.

ne o gün verdiğin
kağıtta yazanları
anımsayacağım bir gün,

ne de ellerinin
sıcaklığını.

teninin yumuşaklığını
unutup
öfkeli bir adam olacağım.

dokunuşun değil
içki sarhoş edecek beni
gecelerce.

ve bir sabah her köşe
ben kokarken
sen nasıl kokardın
unutacağım.

sevdiğim
kadın
nasıl
kokardı?

acı.

gülüşünü hatırlayabileceğimi
sanmıyorum
her odada onun yerine
hıçkırıklarım yankılanmaya
başladığında.

gözyaşlarımla sırılsıklam
üşüyeceğim.
nefesinin sıcaklığını da
unutturacaksın bana
ellerin gibi.

sana sarılmak?
unutmak demek,
sonsuza dek
üşümek.

üşüdükçe
kendime soğuyacağım,
kendimi unutacağım
sonunda.

ve bir gece
ölü bir adam
ayna karşısında
kendi gözlerinin derininde
bir kadının
gözlerini görecek.

alev
alev
masmavi
yanan
gözlerini.

artık kim olduğunu
unuttuğu bir kadının
gözlerini.

Pazar, Temmuz 04, 2010

küçükken,

oyuncak insanlarım vardı. ufak, plastik insanlar.

kurgusal dünyaları vardı. bir çocuk kendini ne kadar tanrı hissedebilir; bana bunu düşündürür hep.
plastik bir dünyaya hükmederdim ben de, plastik insanlarıma.

arabaları, evleri, hatta işleri vardı.
bazıları sokakta yatardı, bazılarınınsa lüks, hatta sosyetik yaşantıları olurdu.

öldürürdüm, yaşatırdım. kimilerine kahraman, kimilerine suçlu derlerdi. hiç konuşmadan.

onlar sustukça konuşmalarını isterdim. kudretim vardı, konuşabilirlerdi. konuşturabilirdim. neden olmasın.
ben tanrıları değil miydim?

geceleri onları dinlerdim. ansızın yanlarına gider, konuştuklarını yakalamaya çalışırdım.

ama konuşmadılar.

aylar böyle geçti. bir taşınma faslında, plastik insanlarıma rastladım tekrar, bir dolabın bir köşesinde.
sanırım gizlenmişlerdi. çünkü onları oraya ben koymamıştım.

gülümsedim ve hitap ettim,
"tanrınızdan saklanabileceğinizi mi sanıyordunuz?"

o günden sonra hepsini masamın üzerine dizdim. bir daha kaçamadılar,
ne onlar benden, ne de ben onlardan.

ancak yıllar geçti ve
onlar hakkındaki fikirlerim değişmişti.
ne konuşabileceklerine, ne de yürüyebileceklerine inanıyordum artık. ölüydüler onlar, plastiktiler.

bir akşam, ruhumu adeta dans ettiren biriyle tanıştım. her sözü beni büyüleyen, kalbimi heyecanla dolduran biriyle.

artık onun için uyuyor, uyanıyor, konuşuyor, yaşıyordum. hissettiğime ilk kez, "canlılık" diyebilirdim.

ve bana yıllar sonra gelen bir cevaptı gözlerindeki, ruhuma işleyen gülümsemesi.

onu tanıdıktan sonra her şey mümkündü. plastik insanlarım konuşabilirler, yürüyebilirlerdi.
ama doğru bir tanrıya ihtiyaçları vardı. ve her plastik insanın,
doğru birine ihtiyacı vardı.

ertesi gün, insanlarımı başka çocuklara dağıttım. ne oldular bilmiyorum ama
umarım artık konuşuyorlardır.